
Aşkın Otomasyonu: Bağlanmaktan Kaçarken Robotlaştık mı?
19 Nisan 2025Küçükken bir kahraman oyuncağını elinden düşürmeyen bir çocuk vardı. Figür kırılır, eksilir, ama o çocuk her gece onunla uyurdu. Bugün, aynı çocuk büyüdü. Cüzdanındaki kartta bir marka logosu var. Arabanın arkasında bir parti rozeti. Profilinde siyasi bir liderin sözü. İnanç aynı. Figür değişti. Peki ya bu inanma biçimi, çocuklukla sınırlı kalmadıysa? Ya o figür farklı kıyafetler giyerek yaşam boyu bizimle kaldıysa?
İnanç, her zaman sadece dinî ya da spiritüel değildir. Marka logolarına, politik liderlere, akıllı telefonlara ve “şirket değerlerine” de aynı derinlikte bağlanabiliyoruz. Ve çoğu zaman, bu bağlılık sorgulanamaz bir kutsallığa dönüşüyor.
Peki neden? Neden bu denli sorgusuz bir sadakat besliyoruz? Neden bir markaya, bir politik lidere, hatta bir sosyal medya figürüne bu kadar hızlı ve derin bağlanabiliyoruz?

Kimlik Mimarlığı: İnancın Kişisel Alanı İşgal Etmesi
İnsan doğası belirsizliğe dayanamaz. Bir şeye ait olma ihtiyacı, yalnızlıktan kurtulmak kadar, kimliğimizi tamamlamakla da ilgilidir.
Düşünün: İki telefon arasında teknik olarak büyük fark yok. Ama biri diğerine göre “daha havalı”, “daha prestijli” ya da “daha doğru” hissi veriyor.
Neden?
Çünkü o marka, bize kendimizle ilgili bir hikâye satıyor.
“Ben bu markayı seçtiysem farklıyım.”
“Bu marka yenilikçi; ben de öyleyim.”
“Ondan başkası bana yakışmaz.”
Tüketici artık sadece ürün satın almıyor. Bir kimlik satın alıyor.
Ve bu noktada eleştiri, sadakati tehdit eder hale geliyor.
Eleştirilince rahatsız oluyorsak, bilin ki bir ürünü değil, kendimizi savunuyoruz.
Bir markaya duyulan sadakat ya da bir siyasi figüre gösterilen koşulsuz inanç, çoğu zaman o kişi ya da markanın kendisinden çok, benliğimizi onun üzerinden tanımlama arzumuzla ilgilidir.
“Ben o partidenim.”
“Ben bu markayla özdeşleştim.”
Bu, görsel bir sadakat değil — varoluşsal bir teslimiyet. Yukarıda bahsettiğim figür artık kahraman değil, ayna olmuştur. Biz ona bakarak kendimizi görürüz. Ve aynayı kaybetmek, benliği kaybetmek gibidir.
Genetik Sadakat: Beynin İnandığını Terk Edememesi
Nörobilim der ki: İnsan beyni, bir fikri savunmakla ona yatırım yapar. Ve bu yatırım geri çekilemez hâle gelir.
Ne kadar çok tekrar edilirse, o kadar derinleşir.
Bir markayı yıllarca kullanmak ya da bir lideri yıllarca savunmak, bir noktadan sonra gerçekleri değil, alışkanlıkları yansıtmaya başlar.
Tıpkı yıllar önce izlediğimiz bir süper kahraman filminden kopamamak gibi.
İçimizdeki çocuk hâlâ aynı figürü alkışlıyor.
Sadece ekran büyüdü. Kahraman artık siyasi ya da kurumsal bir figür.
Ve tarih boyunca insanlar benzer biçimlerde inandılar.
Mührü olanlar, söz söyleyenler, kalabalıkları etkileyenler… Değişen sadece sembollerdi. Ama onları algılayış biçimimiz aynı kaldı.
Bugün:
Yeni nesil CEO'lara “vizyoner” diyoruz çünkü kravatı yok, tişört giyiyor ama tıpkı tanıdık bir dini figür gibi konuşuyor.
Instagram’da takip ettiğimiz bir ‘mentor’ sabah kahvesiyle “uyan ve yap” dediğinde, bizde bir dua etkisi yaratıyor.
Döngüsel Körlük: Figür Değişir, Biçim Değişmez
İnancın konusu değişebilir ama şekli sabit kalır.
Bir zamanlar bir dini lideri sorgusuz takip eden kişi, daha sonra bir partiye, sonra bir dijital gurunun videolarına, sonra bir markanın vizyonuna bağlanabilir.
Ama hep aynı biçimde: koşulsuz, duygusal ve bağışıklığı kapalı bir şekilde.
Göz değişse de bakış aynı kalır.
“Neye inandığım değil, inanmaya ne kadar ihtiyacım olduğu önemli.”
İnanç, burada bir araç değil, sığınaktır. Ve bu sığınakta kim olduğu önemli değildir. Kahraman değişebilir. Sembol farklı olabilir.
Ama biz hep aynı kişi olarak inanırız.
Çünkü değişmeyen şey, içimizdeki boşluktur.
Bir siyasi partiyi desteklemek, politik bir tercihten ziyade bir ait olma pratiğine dönüşmüş durumda.
Parti mitingine çocukla gitmek, marşını ezberlemek, sosyal medyada rozetiyle paylaşım yapmak... Bunlar bir futbol kulübü taraftarlığı kadar içgüdüsel.
Ve işin daha çarpıcısı, kişinin bu inancını destekleyecek gerçekler bittiğinde bile savunma devam eder.
Çünkü inanç, artık dışsal değil, içsel bir alanı koruma refleksidir.
Yani:
“O yanlış yapmaz.”
“Bu bir planın parçasıdır.”
“Zaten herkes bize karşı.”
Bu cümleleri her siyasi çizgide duyabilirsiniz. Çünkü inanç sabittir; içerik sadece güncellenir.
Sevgi mi, Bağlılık mı? Yoksa Boşluk mu?
Sevgi büyür, gelişir ve değişime alan açar.
Ama koşulsuz inanç donuktur. Değişmez, kendi içinde kapanır.
Ve bu donukluk çoğu zaman içsel bir boşluğu doldurmak için vardır.
Bir kahraman, bir parti, bir marka ya da bir dini sembol…
İsimleri değiştirin. Biçimleri yenileyin. Ama o çocuk hâlâ aynı.
Oyuncağını sımsıkı tutan, o olmayınca ağlayan bir çocuk.
Bugün yetişkin olduk. Oyuncağımız değişti.
Ama onu elimizden alsalar, hâlâ ağlarız.
Ve bir gün fark etmeden büyüyoruz.
Ama düşünmeyi değil, sadece inanmayı öğrenerek.
Kutsal bir logo, yüce bir lider, dokunulmaz bir marka…
Hepsi aynı noktada buluşuyor:
Kendi aklımızdan vazgeçtiğimiz yerde…
Çünkü düşünmek yorar, seçmek korkutur.
O yüzden çoğumuz, çoktan seçmeli hayatlardan kaçıp, tek cevabın sıcaklığına sığınıyoruz.
“Tek renk.
Tek fikir.
Tek kahraman.” Tanıdık geliyor değil mi…
Ve belki de en acısı:
Onun yerine düşünen, hisseden, hatta oy veren bir sistem geldiğinde…
Yadırgamıyoruz.
Çünkü biz zaten çoktan otomatiğe bağlandık.
Ve neyi seçtiğimizi sandığımızı, aslında bize seçtirildiğini bilmiyoruz bile.
Ve yine bir sabah uyanıyoruz:
Cüzdanımızda bir marka, balkonumuzda bir bayrak, kalbimizde bir figür.
Hepsi aynı yerden geliyor:
Boşluk hissinden…
Ve günün sonunda, hepimiz kahramanımıza kavuştuk.
Yalnız bir farkla: Bu kez onun pelerini yok, yerine takım elbisesi var.
Belki artık uçmuyor ama ekranlara çıkıyor, tweet atıyor, kampanya yapıyor.
Olsun.
Biz hâlâ gözlerimizi parlatmayı biliyoruz.
Eskiden oyuncakçıdan alıyorduk; şimdi seçim sandığından.
Fark eder mi?
Markaya bakarız, logoya, renge, slogana…
Yeter ki tanıdık gelsin.
Yeter ki geçmişte bir şeylere iyi hissettirmiş olsun.
İnanç, sadakatin kefaletidir.
Ve akıl?
O hala içerde…