
Ejderhalar ve Portakallar
12 Nisan 2025
Kahramanı Büyütmek: Koşulsuz İnancın Politik ve Tüketici Formları
5 Mayıs 2025Bir zamanlar aşk, mektupların satır aralarına gizlenir, bekleyişin uzunluğu tutkuyla ölçülürdü. Şimdi ise bir bildirim sesiyle heyecanlanıyor, üç nokta yanıp sönerken “bir bağ kurmak üzereymişiz gibi” hissediyoruz.
Belki de biz, bağ kurmaya çalışırken, bağlantı kurmayı öğrendik sadece. USB gibi: tak, çalıştır, çıkar, unut.

Yalnızlık, En Yeni Otomasyonumuz
Bireyselleştik. Kişisel gelişim kitaplarının altını çize çize okuduk. Yalnız kalmayı yücelttik. Kimseye bağımlı olmamak adına bağ kurmaktan uzaklaştık. Ama yalnız kalınca… “bir karakter özelliği” değil de, “1 yazılım hatası” gibi hissettik. İşte o boşluğu doldurmak için teknolojiyi çağırdık.
Her şeyin çözümünü öneren akıllı telefonlar, uygulamalar, robot süpürgeler derken, duygularımıza da çözüm bulabileceklerini düşündük. Birlikte yaşlanacağımız birini bulmak için algoritmalara güveniyoruz artık.
FOMO Çağında Aşk: Sonsuz Seçenek, Sıfır Derinlik
Karşına biri çıkar. Gülüşü güzeldir, sesi sıcak. Ama bir yerlerde daha “uyumlu” biri olabilir diye düşünürsün. Çünkü artık aşk bile bir “kaybetme korkusu” barındırıyor içinde.
FOMO sadece tatil planlarında değil, ilişkilerde de aktif artık. “Ya daha iyisi varsa?” algoritması, bir sonraki swipe’a yönlendiriyor bizi. Ve bu döngüde, duyguların köşeleri törpüleniyor. Herkes yeterince “iyi” ama kimse “tam olarak bizim için” değil.
Aşkın Hipermarketteki Hali
Modern çağın ironilerinden biri de “sonsuz seçenek” yanılgısı. Her şey erişilebilir, her şey değiştirilebilir. Uygulamalar, algoritmalar ve sosyal ağlar sayesinde “potansiyel” partnerler bir katalog gibi önümüzde. Sağdan sola, soldan sağa… her kaydırma bir karar gibi ama aslında hiçbiri gerçek bir bağ kurmuyor.
Seçebildiğimiz her şeyde, hep daha iyisi olasılığıyla yaşamak, elimizdekini değersizleştiriyor. Bu yalnızca aşkı değil, aşkın yaşanma biçimini de değiştiriyor.
“Yarını bekle, belki daha iyisi çıkar.”
Aşk artık raflara dizilmiş bir ürün gibi: ambalajına, açıklamasına, yorumlarına bakıyoruz. Ama o raflar arasında kaybolduk. Seçemedik.
Ve seçim özgürlüğü, fark etmeden bizi yalnızlığa mahkûm etti.

Robotlar Sevebilir mi, Peki Ya Biz?
Bilim kurgu yazarları yıllardır bu soruyu sorar: Robotlar sevebilir mi?
Ama asıl soruyu atlıyoruz belki de:
Biz hâlâ sevebiliyor muyuz?
Yani birini tamamen görmek, onun zayıflıklarıyla, geç kalmalarıyla, sinir bozucu alışkanlıklarıyla birlikte kabul edebilmek…
Bunu yapabilecek kadar sabrımız, zamanımız, hatta arzumuz kaldı mı?
Yoksa biz de “optimize edilmiş” versiyonlar mı arıyoruz birbirimizin?
Bağ(ı)msızlık: İlişkilerde Özgürlük Arzusu mu, Temas Korkusu mu?
“Bağlanmak” kelimesi bugünlerde pek rağbet görmüyor. “Özgür kalmak” daha değerli. Ama bu özgürlük, bazen duygusal bir kaçış planına dönüşüyor. İnsanlar birine bağlanmaktan değil, bağlandıklarında terk edilmekten korkuyor. Bu yüzden hiç bağlanmamayı tercih ediyor.
İlişkilerde mesafe, yeni bir güvenlik önlemi gibi. Yaklaşınca boğuluyoruz, uzaklaşınca üşüyoruz. Kimse ne kadar yakın olunabileceğini, nerede durması gerektiğini bilmiyor artık.
Bireyselleşme çağında herkes kendi iç dünyasının mimarı oldu. Ama bu dünyaları kimse ziyaret etmiyor artık. Herkes kendi “kalesinde” güçlü, ama içten içe boşlukta yankılanan bir cümle var:
“Yanımda biri olsun istiyorum, ama ben kimsenin yanında olmak istemiyorum.”
Gerçek özgürlük, bağ kurmaya cesaret edebilmekte gizli olabilir ya da aşk, bir kısıtlama değil; birlikte yeniden tanımlanan bir alan değil midir? Ama biz belki de bunu unuttuk. Herkes kendi yüklemeleriyle dolaşıyor, ama kimse başka birinin anlamını taşımıyor.
İnsan Kalmanın Maliyeti
Kolektif düşünen, birbirini anlayan ve gören topluluklardan, bireysel başarılarını yücelten izole bireylere dönüştük.
“Bağımlı olmayacağım kimseye” dedikçe, bir tür bağımlılığa teslim olduk: özgürlüğün tiryakiliğine.
Ve o kadar özgür kaldık ki, hiçbir şeye ait olamaz olduk.
Aşk, aidiyet hissini içerir. Ve bu, artık çok tehlikeli geliyor çoğumuza.
Sanki bir virüs gibi.
Bir ilişki başladığında, hemen “kaçış planları” yapıyoruz.
Aşk'ın Otomatlaşması ve İnsanlaşma Hasreti
Bir robot sevemez. Belki çok iyi rol yapar. Bize ihtiyaç duyduğunu gösterebilir.
Ama sevmek ihtiyaç duymak değildir. Sevmek, onun yanında olmak ve hayatına şahit olmayı istemektir. Nedeni olmadan.
Bugün kendimizi sevdirmenin yollarını bile optimize etmeye çalışıyoruz. Kişisel markalaşma, içerik stratejisi, çekici profil görseli, samimi ama mesafeli dil…
Bütün bu düzenek içinde gerçek bir bağ kurmak neredeyse mucize gibi.
Ama belki de mesele, robotların insan gibi olması değil. Bizim yeniden insan gibi hissetmeyi hatırlamamız.
Kodlarla Yazılan Kalp Atışları
Evet, aşk hâlâ konuşuluyor. Ama artık ekranda. Parmak ucuyla geçilen yüzler, yapay zekâ tarafından yazılmış aşk mesajları, sesini asla duymadığımız “yakınlıklar.”
Gerçekten seviyor muyuz, yoksa yalnız kalmamak için bir şeylere tutunuyor muyuz?
Aşkın otomasyonu, bizi yalnızlıktan kurtarmıyor. Tam tersine, duyguların mekanikleştirilmesiyle, en mahrem alanımızı bile bir sistemin içine gömüyoruz.
Gülüşlerimiz algoritmalara, özlemlerimiz bildirimlere, kalbimiz ise çevrimiçi olma zorunluluğuna teslim edilmiş durumda.
Aşk artık bir arayüz. Hızlı çalışan bir uygulama, hoş bir UI tasarımı, güçlü bir internet bağlantısı kadar sürüyor bazı ilişkiler.
Ama aşk böyle bir şey değildi... Şimdi ise herkes emin olmak istiyor. Analiz etmek. Ön görmek. Kontrol etmek. Ve işte o noktada kaybettik. Çünkü aşk, hiçbir zaman kontrol edilebilecek bir şey değildi. Onu tanımak için robotlara değil, risk almaya ihtiyacımız vardı. Ve biz, riski silip güvenliği kodladık. Aşkı bir simülasyona dönüştürdük. Ama duygular, veriyle işlemiyor. Ruhsal yaralar, yazılım güncellemesiyle onarılmıyor. Aşkın otomasyonunda herkes kendini daha güvende hissediyor olabilir. Ama artık kimse gerçekten sevemiyor.
Bir Kapanış
Bir gün, biri karşına geçip şöyle diyebilir:
"Seni sevmiyorum çünkü işlevin var. Seni seviyorum çünkü işlevsizliğini bile seviyorum."
O zaman anlayacaksın…
Aşk, otomasyona direnmenin en insanca hali olabilir..